3 Kasım 2013 Pazar

İLYADA DESTANI, TRUVA SAVAŞI VE KADINLAR

Homeros’ un mitolojik destanı İlyada, kralların savaşı olduğu kadar tanrıların savaşı olarak da bilinen bir destandır. Konusu Troya(Truva) savaşıdır fakat bu savaşın kısa bir bölümünü kapsar. Akhilleus’ un Akha ordularının komutanı Agamemnon’ a öfkesi ve bu nedenle savaşı bırakmasıyla başlayan destan, Hektor’ un Akhilleus’un arkadaşı Patroklos’ u öldürmesi yüzünden savaşa geri dönmesi ve Hektor’u öldürüp cesedini babası Kral Priamos’a geri vermesi ile sona erer. 24 bölümlü ve 16.000’i aşkın dizeli destan, Troya savaşının 51 günlük kısmını kapsar ( İl, sf. 29).

İlyada Destanı’nın başlangıcı olan Akhilleus’un Agamemnon’ a öfkesi, bir rehine krizine dayanır. Troya’ya savaşa giden Akhilleus ve Agamemnon, bir kasabaya saldırı sırasında çok güzel iki kızı (Briseis ve Chryseis) rehin olarak alırlar. Fakat Agamemnon’un rehinesi Chryseis, tanrı Apollon’un rahipliğini yapan Crhyses’in kızıdır. Chryses, Apollon’dan kızını geri almak için yardım dilenir. Apollon, Agamemnon’u salgın hastalıkla tehdit eder ve Chryseis’i alır (İl. I, sf. 75):

Vermezse kurtulmalık almadan, pazarlıksız,
Oynak gözlü kızını sevgili babasına Agamemnon,
Kurban etmezse bir de yüz kutsal sığır Khryse’ye,
Bu kötü salgından Danaoları kurtaramaz o,
Bunlar olursa tanrı yola gelir, yatışır.

Bunun üzerine öfkelenen Agamemnon, Akhilleus’un rehinesini alır ve ona sahip olur (İl. I, sf. 76):

Phoibos Apollon istiyorsa Khryseis’i ille de,
Şu gemimle yoldaşlarıma göndereceğim onu.
Ama barakandan alacağım kendime gelip
Senin onur payını, güzel yanaklı Briseis’i.

İlyada destanını başlatan Akhilleus’un öfkesi işte bu rehine krizine dayanır. Fakat destanda “kadın figürü”nün etkisi bununla kalmayacak, hatta bu yazıda savaşın gizli gücünün kadınlar olduğu anlaşılacaktır.


TRUVA SAVAŞINDAKİ TANRIÇALAR

İlyada destanına konusunu veren Truva Savaşı’nın asıl başlangıç nedeninin bir güzellik yarışması olduğuna dair bir rivayet vardır. Bu rivayete göre, Üç tanrıça Hera, Aphrodite ve Athena, Akhilleus’ un annesi Thetis’in düğününde, Kavga tanrısı Eris’in, üzerinde “en güzel tanrıçaya” yazan altın bir elmayı masaya bırakmasıyla en güzel tanrıçanın kim olduğu konusunda bir tartışmaya tutuşurlar ve Truva kralı Priamos’un oğlu Paris’e sorarlar.



Paris Aphrodite’ yi seçer, bunun karşılığında Aphrodite Paris’i dünyanın en güzel kadını Helene ile ödüllendirir.[1] Fakat Helene Akha kralı Menelaus’un karısıdır. Aphrodite Paris’e Helene’nin kaçırılmasında yardım eder ve İlyada destanına konu olan savaş böyle başlar. Menelaus büyük bir ordu kurar, bu orduda Agamemnon ve Akhilleus de vardır. Fakat bu ikisi arasında geçen rehine krizi nedeniyle Akhilleus savaştan çekilir ve annesi Thetis’ten Zeus’a yalvarması için yardım ister. Thetis Zeus’a yaptığı iyilikleri hatırlatacak, karşılığında oğlu savaşa katılmadıkça Yunanlıların kazanmasını engelleyecektir.[2]



 Zeus baba! Bir gün ya sözümle yada işimle
Ölümsüzler arasında yararlı olduysam sana
Şimdi yerine getir şu dileğimi.
Kısa ömürlü oğluma değer ver:
Saygısızlık etti Agamemnon, erlerin başbuğu
Aldı onur payını, yoksun bıraktı onu.
Olymposlu yüce Zeus, bari onu sen say,
Gücü Troyalılar tarafına koy ne olur,
Akhalar saysınlar oğlumu, ününü yüce kılsınlar. (İl. I, sf. 87)

Hera bu durumdan hiç hoşnut olmaz, çünkü hem Thetis’i Zeus’tan kıskanmakta, hem de Yunanlılar’ın tarafını tutmaktadır. Fakat başarılı olamaz, Zeus, Thetis’in isteğini yerine getirir ve Agamemnon’ yalancı bir düş gönderir: Agamemnon Troya’yı alabilecektir. Bunun üzerine savaş durur ve Paris ile Menelaus teke tek dövüşmeye karar verir. Kazanan Heleneyi alacaktır. Tam Menelaus Paris’i öldürmek üzereyken tanrıça Aphrodite, Paris’i kaçırıp yatak odasına götürür. Ardından Helene’yi ikna etmeye gider. Helene önce kızsa da Tanrıçanın azabından korkar ve Paris’in yanına gitmeyi kabul eder. Savaş durmuş gibi görünse de, Athena babası Zeus’un buyruğuyla Troyalıların arasına iner ve okçu Pandaros’u Menelaus’a ok atması için kışkırtır (İl. IV, sf. 131):

Lykaon’un yiğit oğlu, dinler misin beni,
Tezgiden bir ok atar mısın Menelaus’ a nasıl,
Troyalıların gönlünü, ününü kazanmak var işin ucunda,
Hoşnut etmek var en başta Kral Aleksandros’u.
Atreusoğlu yiğit Menelaus boyun eğince senin okunla,
Sen önce ondan alırsın değerli armağanları.

Fakat sonra okun önüne geçer ve Menelaus’u kurtarır. Fakat Menelaus’un bir Troya yiğidi tarafından vurulması, savaşın yeniden başlamasına neden olur. Tanrı Zeus için adak adamayan Akhalar, Zeus’un tepkisini çeker ve Zeus savaşı yönetmek için İda dağına yerleşir. Artık Truvalıların tarafındadır ve savaş Truvalıların lehine ilerlemektedir. Akhalardan yana olan Hera ise bu durumdan çok rahatsızdır, Akhalar için bir şeyler yapmak ister; sonunda da bulur. Süslenip püslenecek ve Aphrodite’den güzel memeliğini alıp –ki arzu, şehvet, aşk her şey bu memelikte gizlidir- Zeus’u baştan çıkaracaktır.
























Önce gidip Tatlı Uykudan yardım ister, Zeus’u uyutmasının karşılığında ona güzel bir tanrıça verecektir. Tatlı Uyku kabul eder, Hera da İda Dağına, tanrılar tanrısı Zeus’u baştan çıkarmaya gider (İl, XIV, sf. 331):

Bulutları devşiren Zeus onu gördü,
Görür görmez aşk sardı düşünceli kafasını.

Fakat Hera kurnazlık yapar, asıl amacının aşk yapmak olmadığını söyler (İl, XIV, sf. 333):

Korkunç Kronosoğlu, ne biçim sözler çıktı ağzından,
Yatağa yatıp sevişmemizi nasıl istersin?
İda dağının tepesinde göz göre göre?

Zeus’un başı çoktan dönmüştür bile, savaşı unutur, sevgili karısının koynunda uykuya dalar. İşte tam bu sırada denizler tanrısı Poseidon, bu durumdan faydalanıp Akhalara yardıma gider. Savaşın kaderi, bu sayede Akhalardan yana değişir. Fakat çok geçmeden kendine gelen Zeus, durumu fark edip yeniden kontrolü eline alır savaşın kaderini belirler: Akhilleus savaşa girmediği müddetçe Akhalar kazanamayacaktır. Akhilleus’un can dostu Patroklos savaşa girecek, Hektor onu öldürecek, buna kızan Akhilleus da savaşa katılacak ve Hektor’ u öldürecektir.

Kıl kadar vazgeçmem öfkemden,
Başka bir ölümsüzü bırakmam Danaolara yardıma
Önce Peleusoğlunun dileği gelmeli yerine,
Söz verdim bir kez başımla işmar ettim
Tanrıça Thetis sarılmıştı dizlerime
Yalvarmış yakarmıştı, demişti Akhilleus’ a saygı göster. (İl, XVI, sf. 340)

Destan Zeus’un söylediği gibi, Hektor’un ölümüyle son bulur.

SAVAŞI ETKİLEYEN KADIN FİGÜRLERİ

Truva savaşını başlattığı rivayet olunan nedenler incelendiğinde, genel olarak hepsinde bir “kadın” parmağı dikkat çeker. Destanda belirtilmeyen fakat savaşın çıkma nedeni olarak gösterilen güzellik yarışması, hem tanrıçaların saflarını belirler, hem de savaşa neden olan asıl eylem yani “Helene ve Paris aşkı” nın ilk nüvelerini verir. Paris’in en güzel tanrıça olarak Aphrodite’i seçmesiyle, Aphrodite savaşta tarafını Truvalılar olarak belirler, çünkü Paris Truva Kralı Priamos’un oğludur ve bu seçimle Paris, yeryüzünün en güzel kadını Helene ile ödüllendirilmiştir. Aphrodite, siyasi bir amaç gütmez, tek isteği yeryüzünün en güzel iki insanını birleştirmektir. Fakat onun bu eylemi Truva savaşını başlatan neden olur.

Hera’nın Üç güzeller yarışmasında birinciliği kazanamaması, onun Paris’e ve Troya’ya dinmez kininin bir nedenidir(Erhat, 2004, sf. 137). Bunun yanı sıra Hera, üç büyük kenti gözü gibi sakınır; bunlar Akha topraklarına aittir (İl, IV, 130):

Doğru, üç kent var benim gözbebeğim.
Argos, Sparta, uçsuz bucaksız Mykene.

Hera, Troya’nın yenilmesi için yıllarca uğraşmış, didinmiştir. Onunki aynı zamanda bir ırk, bir memleket davası gözettiğindendir (Erhat, 2004, sf. 42). Savaşın seyri Truvalılardan yana değiştiği an, dişiliğini kullanıp Zeus’u baştan çıkarır, Akhaların öne geçmesini sağlar.

Athena en başından beri Akhaların tarafını tutar ve bu savaşta önemli bir yere sahiptir. Yunanlıları destekler, kahramanlıklarıyla övünür, bir çok Akha yiğidini üstün görüp sever. Çünkü Athena savaş tanrıçasıdır ve İlyada destanında Homeros Akhaları  “yiğit, savaşçı ve güçlü” olarak anlatmıştır, insancıllık ve iyi niyet ise Troyalılara bahşedilmiştir. Akhalar, daha katı, sert ve savaşmaya hazır kişilerdir. Troya Kralı Priamos, oğlunun baş belası aşkı Helene’ye “sevgili gelinim” diye hitap eder, Paris, savaşçı bir ruha kesinlikle sahip değildir, belki tek kahraman Hektor’dur, ama o da Akha ordusunun savaşçısı Akhilleus’tan daha güçlü değildir. Neticede, destan Akha yiğitlerinin savaşçı ruhunu, kahramanlıklarını anlatmasıyla, bir bakıma Atina kentine ismini veren tanrıça Athena’nın karakterini de yansıtmaktadır.

Destanın gidişatını etkileyen bir diğer tanrıça, Akhilleus’un annesi Thetis’tir. Savaşın çıkış noktası olan güzellik yarışması onun düğününde gerçekleşmiştir. Fakat bunun dışında, Thetis, Zeus’ un kıramayacağı bir tanrıçadır, onu ölümden kurtarmıştır. Günün birinde Hera, Poseidon ve Athena, Zeus’u zincire bağlarlar. Thetis Yüz kollu devlerden birini getirir ve Zeus’u kurtarır(Erhat, 2004, sf. 286). Akhilleus, Agamemnon’un kendi rehinesini çalmasına sinirlenip, annesini Zeus’a yollar; Zeus Thetis’in yaptığı iyiliğinin karşılığında, Akhilleus savaşmadığı müddetçe Yunanlıların savaşı kazanmasını önleyecektir. Zeus Thetis’i kıramaz ve savaşın gidişatı, Thetis’in bu dileğiyle uzun bir süre Troyalıların lehine ilerler. Hatta Zeus bir bakıma, Thetis için kendi safını da bir süreliğine Troyalılardan yana belirlemiş olur. Bu durumda da Athena ve Hera ile sık sık çatışırlar.

Yeryüzünün en güzel kadını olan Helene, Troya Savaşında rol oynayan tek ölümlü kadındır. Güzelliği başına bela olmuştur, bahsi geçen güzellik yarışmasının bir ödülüdür. Aslında hiçbir şey onun isteği doğrultusunda gelişmez. Yaptıklarını hep büyük bir pişmanlık ve utançla anar. Destanın pasif bir karakteridir fakat aynı zamanda savaşın çıkış noktasıdır. Onu bu noktaya taşıyan ise aşk ve güzellik tanrıçası Aphrodite’dir.

Başta da belirttiğimiz gibi, Troya savaşı sadece krallar değil aynı zamanda Tanrılar savaşıdır ve bu savaşta “kadın” önemlidir. Hem çıkış noktası, hem ilerleyişi hem de sonuçlanmasında kadınların rolü oldukça fazladır. Destanın tanrıçaları, tuttukları tarafın kazanması için ellerinden geleni yaparlar.

ODYSSEUS’UN DÖNÜŞ YOLCULUĞU

İlyada destanı, konusunu Troya Savaşından alır, savaş sonrası evine dönemeyen Odysseus’un maceraları ise Odysseia destanının konusu olur. Tıpkı İlyada destanında olduğu gibi, Odysseia destanında da kadınların rolü oldukça fazladır. Onu yıllarca yanlarında tutan tanrıçalar Kirke ve Kalypso, zorlu fırtınadan kurtulmasında yardımcı olan deniz tanrıçası İno, Phaiak prensesi Nausikaa, Odysseus’un yıllarca özlemini çeken karısı Penelopeia ve her iki destanda da adı sıkça geçen Athena.

ODYSSEUS’UN KADINLARI

Troya savaşı sonrası, Odysseus’un on iki gemiden oluşan filosu, fırtına nedeni ile Trakya’da Kikonların ülkesine çıkar, burada altı adamını kaybeden Odysseus, oradan Lotos yiyenlerin ülkesine, oradan da tepegözler iline geçip, bir mağaraya yerleşirler. Mağarasına gelen tepegöz, buradaki yabancıları teker teker yemeye koyulur, fakat Odysseus, Tepegözü sarhoş edip tek gözünü kör ederek oradan kurtulur, bu eylemiyle Denizler Tanrısı Poseidonun bütün nefretini üzerine çeker çünkü Tepegöz Poseidon’un oğludur. Tekrar yola çıkan tayfa Aiolos’un adasına varır. Buradan ayrılışı ve sonrasında uğradıkları Telepylos limanında dev yamyamların saldırısının ardından nihayet büyücü Kirke’nin toprağı olan Aiaie adasına varırlar (Erhat, 2004, sf. 225). Kirke destanda “insan sesli korkunç tanrıça” olarak adlandırılır, Odysseus’un bütün arkadaşlarını domuza çevirir (Od. X, sf. 187):

Verdi onlara bu içkiyi, onlar da hemen diktiler,
Onlar diker dikmez içkiyi, Kirke hepsine değneğiyle vurdu
Ve kapattı yoldaşlarımı domuz ağılına.
Şimdi onlar tıpkı domuza benzemişlerdi
Başları ve sesleri, kıllaır ve gövdeleriyle,
Ama akıl vardı içlerinde gene eskisi gibi.

Kirke, Odysseus’un Tanrı Hermes’ten aldığı akılla kendisini yenmesine hayran kalır, Odysseus’un güzelliğine, gücüne ve aklına vurulur, onu koynuna alır, arkadaşlarını da yeniden insan kılığına çevirir. Odysseus Kirke ile bir yıl geçirir, Kirke ona aşıktır, bütün kalbiyle onun kocası olmasını istemektedir.

 (Kirke & Odysseus)
Fakat sonunda Odysseus’u ülkesine göndermeye razı olur. Dönüş yolunu bilici Teiresias bilmektedir. Kirke onun ruhunu bulması için Odysseus’u ölüler ülkesine gönderir. Odysseus bu işi başardıktan sonra tekrar Kirke’nin yanına döner. Kirke, ona karşısına çıkacak tehlikeleri sayar. Bunlara uyarak hareket eden Odysseus, başına gelebilecek tehlikelerden büyücü tanrıça Kirke sayesinde kurtulmuş olur.

Odysseus’un macera dolu yolculuğunda bir sonraki durağı, Kalypso adasının Nympha’sı Kalypso’dur. Kalypso da Kirke gibi Odysseus’u derinden sever ve onu yedi sene yanında tutar. Odysseus ise vatanının ve güzel karısı Penelopeia’nın hasretiyle yanıp tutuşmaktadır.




(Kalypso & Odysseus)

Onun bu ızdırabına dayanamayan Athena, Zeus’a Odysseus’un yurduna dönmesine izin vermesi için yalvarır. Zeus kızını dinler ve Hermes’i Kalypso’yu ikna etmesi için adaya gönderir. Kalypso’nun ilk tepkisi elbette öfke olur, tanrıları onu kıskanmakla suçlar. Fakat sonunda razı olur ve ona bir sal yapmasında yardım edip uğurlar (Od. V, sf. 116):

Kalypso uğurladı Odysseus’u adadan beşinci günü,
Onu yıkamış urbalar giydirmişti güzel kokulu.
Bir tulum siyah şarap vermişti yanına,
Daha büyük bir tulum dolusu da su,
Koymuştu kumanyayı bir meşin torbaya,
Her türlü yiyecek vermişti bol bol.
Ardından uğurlu tatlı bir yel saldı
Odysseus da sevinç içinde açtı rüzgara yelkeni.

Odysseus denizde ilerlerken, Poseidon onu görür ve azgın dalgalarla onun salını parçalar. Onu gören deniz Tanrıçası İno, ona yardım eder ve büyülü bir şal verir (Od. V, sf. 118):

Al şu tanrısal yaşmağı vereyim sana,
Göğsünün altına dola onu,
Ne acı var artık, korkma, ne ölüm.
Ama değdiği zaman karaya ellerin,
Onu çöz, at şarap rengi denize, uzağa,
Atar atmaz da dön gerisin geri.

Odysseus tanrıçanın sayesinde bu fırtınadan kurtulur ve yolu Phaiakların toprağına düşer. Burada yorgun düşmüş bir haldeyken Phaiak prensesi Nausikaa ile karşılaşır. Nausikaa da tıpkı diğer tanrıçalar gibi Odysseus’a gönlünü kaptırmıştır (Od. V, sf. 132)

Ne olur böylesine bir gün kocam desem,
Kalsa burada, otursa bizim yanımızda.

Nausikaa Odysseus’a yardım eder, ailesinin yanına götürür, evinde ağırlar. Fakat çok geçmeden gerçeği anlar ve düş kırıklığına uğrar; Odysseus’un asıl amacı ülkesine dönüp sevgili karısı Penelopeia’ya kavuşmaktır. Phaiaklar onun öyküsünü dinledikten sonra bir gemiyle memleketi İthake’ye bırakırlar fakat dönüşte Poseidon’un gazabına uğrayan gemi taşa döner.

Odysseus yıllar süren mücadelesini memleketi ve sadık karısı Penelopeia için verir. Penelopeia yirmi yılı aşkın bekleyişinde hiçbir erkeği kabul etmemiş, evlenmemek için ayak diremiştir, bu hareketiyle evlilikte sadakatin ve sevginin simgesi haline gelmiştir. Odysseia destanı, Penelope’nin talipleri yüzünden çektiği çilelerle başlar. Dul kaldığı için biriyle evlenmesi gerektiğini düşünen İthakeliler, Odysseus’un sarayını sarmış, varı yoğunu yağmalamaya başlamıştır. Penelopeia, kayınpederinin kefenini dokumaktadır, bu dokuma bitince taliplerden biriyle evleneceğini bildirir. Fakat gündüzleri ördüğü dokumayı geceleri sökmekte, bu şekilde zaman kazanmaktadır. Penelopeia ve Odysseus’un oğulları Telemakhes de bu taliplerle artık başa çıkamaz hale gelir ve babasının izini sürmek için yola çıkar. Odysseus destanı Telemakhes ve Odysseus’un serüvenlerinden oluşur. Telemakhes’e bu serüveninde arkadaşlık eden ise, İlyada destanının savaşçı tanrıçası Athena’dır.

Athena, bütün yolculuğu boyunca Telemakhes’e yardımcı olur. Önce Taphoslu Mentes kılığına girip onu babasının izini bulması konusunda onu uyarır. Arkasından Odysseus’un eski dostu Mentor kılığına girip Telemakhes’le birlikte yola çıkar. Athena, Odysseus’a da Phaiakların adasına düştüğünde bir Phaiak kızı kılığına girip yardım eder. Ayrıca Zeus’a da Odysseus’un kurtulması için yalvarmıştır.

Odysseus en sonunda yıllarca hasretini çektiği karısı Penelopeia’ya kavuşur. Fakat eşinden ayrı kaldığı bu süre zarfında ona birçok tanrıça yoldaşlık etmiştir. Tanıdığı bütün kadınlar onu derinden severler. Önce tanrıça Kirke, ardından Kalypso Odysseus için yanıp tutuşmuşlar, fakat büyük aşklarına rağmen ona dönüş yolculuğunda yardımcı olmuşlardır. Ardından tanıdığı deniz tanrıçası İno ile aralarında bir aşk macerası olmamış fakat Odysseus bu tanrıçadan da yardım görerek Poseidon’un öfke dolu dalgalarından kurtulmuştur. Yolu Phaiak kentine düşen Odysseus burada tanıştığı ve kendine yardım eden Phaiak prensesiyle de bir gönül işine girer, Nausikaa’da ona gönül veren kadınlardan biri olarak destanda yerini alır. Odysseus kendisine aşık olan bu kadınlar sayesinde bir çok tehlikeden kurtulur.
Hem İlyada hem Odysseia destanlarında büyük öneme sahip kadın tanrıça Athena’dır ki bu boşuna değil gibidir. İlyada ve Odysseia destanları Athena’nın iki birbirinden farklı fakat birbirini tamamlayan yüzünü ortaya koyar. Zira Athena savaş tanrıçasıdır, İlyada’da Yunanlıları destekler; diğer yandan zeka ve bilgelik tanrıçasıdır, Odysseia'de Odysseus ve oğlu Telemakhes’e çeşitli kılıklara girerek yardım eder. Bu iki destan bir araya gelince Atina’nın en önemli tanrıçası Athena’nın Olympos’taki tanrılar arasındaki yerini ve karakterini belirlerler.



KAYNAKÇA

Erhat, A. Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 2004.

Homeros, İlyada (çev. Azra Erhat, A. Kadir), Can Yayınları, 2005.

Homeros, Odysseia (çev. Azra Erhat, A. Kadir), Can Yayınları, 2006.



İNTERNET KAYNAKLARI









[1]Erhat, A., Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, sf. 286.
[2] a.g.e. sf. 286.

KRALIN DA ÜSTÜNDEKİ ASIL “GÜÇ” : İKTİDAR SÖYLEMİ

II. RICHARD, IV. HENRY VE V. HENRY OYUNLARININ TOPLUMSAL BAĞLAMDA İNCELENMESİ 


"İnsanlara ya iyi davranınız ya da onları ayaklarınızın altında eziniz. Çünkü az incindiklerinde intikam peşine düşebilirler, daha fazlasındaysa bunu akıllarına bile getiremezler."

  Nicolo Machiavelli


William Shakespeare tarafından 16. yüzyıl sonlarında yazıldığı tahmin edilen II. Richard, 30 yıl süren Güller Savaşının başlangıcını anlatır. II. Richard, merkezi yönetimin zayıf kalmasına ve kralın prestijinin düşmesine sebep olduğu için tahttan indirilir ve yerine kuzeni IV. Henry geçer. Bu olaydan sonra başlayan Güller savaşı, York hanedanı ve Lancester Hanedanı arasında geçer ve asıl sebep bu iki hanedan arasındaki kan davasıdır.

Shakespeare’in tarihsel oyunlarına bakıldığında, asıl amacın, İngiltere’nin hanedan savaşları ile dolu çalkantılı dönemine bir ayna tutarak, aynı hataların tekrarlanmaması yolunda uyarı yapmak olduğu görülür. Yazıldığı dönemler, 16. yüzyıl ortaları ve sonları olmasına rağmen bu tarihsel oyunların geçtiği dönem 14. ve 15. yüzyılda tahtta bulunan kralların öyküleridir.

Elizabeth döneminde kralın laik yönetimin başı ve ülkenin mutlak hakimi olduğu artık kesinlikle kabul edilmektedir. On altıncı yüzyıl insanı için kral siyasetin başıdır, çünkü kral Tanrının yeryüzündeki temsilcisidir. Bu nedenle halkın yapabileceği tek şey, kralın tüm baskılarına boyun eğmektir.[1] Fakat eğer ülke düzenini bozan Kral ise, işler biraz karışır.

II. Richard, yasaları hiçe sayan, ülkede bir dizi haksızlık yapan, bütçeyi toparlayabilmek için halktan ağır vergiler alan bir kraldır:

RICHARD
(…)
Hazinemiz biraz hafiflemiş;
Halktan yeni vergiler toplamak zorundayız;
Bu yolla gelecek para sorunlarımızı çözmemize yeter.
Yetmezse, tahsildarlarımız zenginlerden açık çek toplar,
Çeklere büyük miktarlarda altın yazıp
Topladıkları altını arkamızdan yollarlar (II. Richard, I, IV)

Shakespeare birçok oyununda zamanla trajik sona ilerleyen krala bir akıl hocası koyar. Bu oyunda Richard’ın karşısında amcası Gaunt vardır. Richard’ın engellenemez düşüşünü fark etmiştir fakat ölüm döşeğindedir ve elinden bir şey gelmez. Sadece çevredekileri uyarabilir:

GAUNT

Kendimi bir kahin gibi hissediyorum.
Ölüyorum başına neler geleceğini söyleyerek:
Uzun süremez neden olduğu bu karmaşa;
Büyük yangınlar kendi kendilerini tüketirler.
(…)
Atılan imzalar, verilen borç senetleri yüzünden
Başını utançtan kaldıramıyor;
Ülkeler fethetmeye alışkın İngiltere
Utanç verici bir teslimiyet içinde artık. (II. Richard, II, I)

Gaunt’un bu uyarıları, sorumsuz bir kral yüzünden ülkenin düştüğü vahim durumu gözler önüne serer. Onun ölümünün ardından, kral, Gaunt’un bütün malına mülküne el koymayı hedefler. Fakat bu paraların asıl sahibi, Richard’ın kuzeni Henry Bolingbroke’undur çünkü Henry, Gaunt’un oğludur ve Richard tarafından haksız yere sürgüne gönderilmiştir. Henry, II. Richard oyununun kurtarıcısı ve tahtın yeni varisi olarak çizilmiştir. Sürgüne gönderildiği yerden geri döner, kralın emrini hiçe sayar ve isyan eder. Bu kadar yürekli olması, kralın emirlerine karşı gelmesi, hem Henry’nin gözü kara ve yiğit bir savaşçı olduğunu, hem de kral Richard’ın otoriter bir yönetici olamadığını gösterir. Richard, Henry’den korkar ve fazla direnmeden tahtı “asıl sahibi”ne bırakır. Fakat bu ufak direnişe bile dayanamayışı, onda bir kralda olması gereken mücadeleci tavrın olmadığını da gösterir. Nicolo Machievelli, prens olmanın şartları arasında prensin kendisini küçük düşürecek davranışlardan kaçınması gerektiğinden bahseder.

Vefasız, hafif, kadınsı, bayağı, kararsız olarak görülmek küçümsenmeye neden olur. Prensin bunlardan bir kayadan korunur gibi korunması gerekir. Davranışlarında yüceliğini, cesaretini, ağırlığını ve metanetini göstermek için çabalamalıdır. Uyruklarıyla özel olarak ilgilenirken kararlarının kesin olduğunu göstermelidir. Öylesine bir ün yapmalıdır ki kimse onu ne aldatmayı, ne de atlatmayı umut edebilsin.[2]

Görüldüğü üzere, Richard, bu oyunda kral olabilecek vasıflara sahip olmayan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Oyunun gidişatı, kral olmaya layık olan kişinin Henry olduğunu vurgulatır gibidir. Richard, ülkeyi iç savaşa sürüklemiş, maddi kayıplara neden olmuş ve sorumsuzca davranmıştır. Üstelik ufacık bir direnişe bile dayanabilecek kudreti olamayan bir kral, ülkeyi bekleyen büyük felaketlere, olası büyük savaşlara kayıtsız kalacak ve ülkeyi büyük bir çıkmazın içine sokacaktır. Oyunun yazıldığı dönem olan Elizabeth döneminde, krallığın en üstün mertebe olarak görüldüğü, kralın da tanrıya en yakın temsilci olduğu inancı, onu bir krala yakışır biçimde hareket etmeye zorlar. Eğer bu vasıflara uyamayacaksa tahttan indirilip azledilmesi kaçınılmazdır. Richard bu durumun farkındadır ve tacını kendi elleriyle teslim eder. Çünkü eğer eski kral bir vatan haini değilse taht zorla ele geçirilmiş demektir.[3] Richard tacı kendi elleriyle teslim etmelidir ki tacın gerçekten hak edenin olduğu kesinleşebilsin.

Shakespeare’in ilk oyunu Kral John dışındaki bütün tarihsel oyunları, 14. yüzyıl sonundan 15. yüzyıl sonuna kadar olan taht mücadelelerini konu alır.[4] Her oyun yeni kralın taç giyme töreni ile son bulur fakat ardında birçok karmaşık olay dizisi bırakır. Hiçbir kral tam anlamıyla yalnızca “iyi”yi ya da yalnızca “kötü”yü temsil etmez. II. Richard, oyunun ilk iki perdesinde seyirciyi karşısına alır, seyirci yavaş yavaş onun tahtı hak etmediğini düşünmeye başlar ve bir bakıma ona düşman olur. Fakat oyunun sonlarına doğru II. Richard’ın düştüğü durum seyircide bir acıma duygusu uyandırır. Bu ikilemin nedeni, halkın tam anlamıyla bir kraldan nefret etmesinin doğru olmadığı inancıdır. Yine Machievelli, Prens isimli yapıtında, hükümdar olmanın özelliklerinden birinin de halkın nefretinden kaçınmak gerektiğini vurgular:

Bir prens korku salarken insanların sevgisini kazanamasa bile, nefret edilmekten kaçınmalıdır.[5]


Richard’ın oyunun sonlarına doğru seyircide yarattığı merhamet duygusu, yeni kral IV. Henry’nin, Richard’ı öldürdüğünün öğrenilmesiyle yaratılan duyguyla örtüşür. Bu bir tekerrürdür. Yeni hükümdar IV. Henry’dir ve hükümdar olmadan önce halkta sağlamış olduğu sempati ve özdeşleşme duygusu, yerini korkuya bırakır. Onun tahta geçişi, 30 yıl kadar süren Güller Savaşını başlatır.

Northumberland kontu Henry Percy ve oğlu Henry (Hotspur lakaplı), IV. Henry’nin kuzenleridir ve II. Richard’a direnişinde ona yardımcı olmuşlar ve desteklemişlerdir. Fakat kral olarak tahta geçen IV. Henry, kendisinden akrabasını kurtarmak için yardım isteyen Hotspur’u reddeder. Çünkü yardımını istediği akrabası Moltimer, krallık tahtının varislerindendir. Artık akrabalık ya da dostluk kavramları yoktur, verilen sözler tutulmak zorunda değildir. Bunu yine Prens’ten bir örnekle açıklayalım:

Bilge bir prensin, verdiği sözü tutması kendi aleyhine olacaksa ve verdiği sözün gerekçeleri ortadan kalkmışsa sözünü tutamaz, tutmamalıdır. (…)Sözünü tutmayan bir prens bunun için meşru nedenler bulmakta hiçbir zaman sıkıntı çekmeyecektir.[6]

Hotspur tarafını değiştirmiştir, artık o isyancı Gallilerden yanadır ve IV. Henry’e savaş açar. Tahtın IV. Henry’den sonraki varisi Prens Hal, aylak takımıyla dolaşan başıboş bir hayat sürmektedir. En yakını Falstaff, aylaklıkta sınır tanımayan bir serseridir ve Prensin unvanını kullanmaktadır. Shakespeare, Falstaff karakterini oyunda ön plana çıkarmıştır, bu sayede halkın içinde bulunduğu karmaşık durumu çözümler gibidir. Zira savaş ve savaş ortamının insanlar üzerindeki etkisi, insanoğlunun kişisel çıkarlarını kollayarak yaşamını sürdürme içgüdüsü, çıkar çatışmaları, oyunun ana temasını oluşturmaktadır.[7] Bir yandan saraydaki çatışmalar, iktidar kavgaları gözler önüne serilirken, diğer yandan da saraylı birinin, bir Prensin sokak takımı arasındaki yaşamı sayesinde iç çatışmaların sokağa nasıl yansıdığı da vurgulanmaktadır.

Prens Hal’in bu aylak yaşamı, babasının ona verdiği görevle son bulur. Saraya karşı ayaklanan Hotspur’la çatışır, öldürür, babasının hayatını kurtarır ve bu cesaretiyle tahta layık bir hükümdar adayı olur. Yanlış bir hayat yaşayan prens, tahta geçecekse hak etmelidir. Oyunun sonlarında göstermiş olduğu bu başarı onu tahta yaklaştırır. O tahtın yeni varisidir ve kendinden önce geçen diğerleri gibi başa geçişi hem halk hem de soylular tarafından onaylanmalıdır.

IV. Henry, iki ayrı bölümden oluşur. İlk bölüm isyancıların bozguna uğratılmasını ve prens Hal’in yanlış yaşamından doğru yola sapmasını konu alırken, ikinci bölüm kralın diğer oğlu Prens John’un yaptığı kurnazlık sayesinde isyancıları yok etmesini ve IV. Henry’nin ölümüyle tahta V. Henry’nin geçişini konu alır. V. Henry, Falstaff’ ı yanından kovar ve geçmişine bir çizgi çeker.

II. Richard ve IV. Henry, ağırlıklı olarak taht kavgalarını ve iktidar mücadelelerini anlatır. Her kral, tahta geçişinde arkasında bir yığın karanlık cinayet ve üstü örtülmüş suç bırakır. Kral olurken ona yardımcı olanları ya öldürür ya da düşman olur. Çünkü amaç sadece tahta çıkmak değil, aynı zamanda bulunduğu yeri de sağlamlaştırmaktır. Onun iktidarını tehlikeye sokacak her türlü durum ustalıkla halledilmelidir.

Shakespeare’in, kralları konu alan eserlerinde, krallara makyevelist bir karakter çizdiğini söylemek mümkündür. İktidar uğruna dökülen kanlar, yapılan hileler, verildiği halde tutulmayan sözler, nasıl bir karaktere sahip olursa olsun tahta geçtiği anda her kralın uyguladığı eylemlerdir. Kral olmanın gereklerini her kral yerine getirmeye çalışmış, getiremeyenler azledilmiştir. Üstelik asıl hayret verici olan, bütün bunların olağan karşılanmasıdır. Ne kralın çevresindekiler bu olan bitene tepki verir, ne de kral nedamet duyar. Çünkü bu sorgulanması gereken değil, olması gerekendir.

14. ve 15. yüzyılları anlatmasına rağmen, Elizabeth döneminde yazılan bu oyunlar, dönemin düşünce sistemine de hizmet eder. Dönemin düşünürlerine göre kral, iyi ise masumları korumak için iyidir, kötü ise kötüleri cezalandırmak için kötüdür. Tanrı kötü kralı, kullarının eski günahlarını cezalandırmak için gönderir.[8] Bu düşünceye göre, Shakespeare’ in çizdiği krallar, “kötü” değildir. Shakespeare krallarını öyle bir biçimde çizmiştir ki, tam anlamıyla nefret uyandırmamakla birlikte, büyük bir sevgi de beslenemez. Yaptıkları, “kral” oldukları için sorgulanamaz, suçlu bulunamaz. Yalnızca olması gerekenin bu olduğu konusunda hem fikirlerdir. II. Richard, ilk etapta sorumsuz davrandığı için tepki çekse de, oyun sonunda uyandırdığı merhamet duygusu nefreti engeller. IV. Henry, ülkeyi bir buhrandan kurtarsa da, taht mücadelesinde çevirdiği dolaplar, ona duyulan saf sevgiyi törpüler. V. Henry başıbozuk takımının yanındadır, halkın güvenini kazanamamıştır, fakat bu hatasını kral olmadan önce düzeltir, taşıyacağı taca layık bir hükümdar olur ve tahta öyle geçer.

Shakespeare, her oyunda, tahta geçecek sıradaki prensin özel yaşamı ve karakteri hakkında bilgi verir. IV. Henry’i II. Richard oyunundan, V. Henry’i IV. Henry oyunundan tanırız. V. Henry, diğer oyunlardan farklı olarak biraz daha ulusçu bir oyundur. Son derece havai bir gençken sorumlu bir kral olan Henry, Başpiskoposun, kendisinin Fransa topraklarında hak iddia edebileceğine dair fikirlerini dikkate alır ve Fransa’ya savaş açar. Fakat burada da dikkati çeken husus, başpiskoposun kendi çıkarı için iki ülkeyi birbirine düşürmeyi göze alışıdır. Başpiskopos, kralı kilise arazilerine el koymaktan vazgeçirebilmek için Fransa’ya açacağı savaşta onu destekleme sözü verir. Henry, bu düşünceyi doğrular ve savaşa katılmaya karar verir. Ülkenin en üst din adamının kendisine sunduğu önerinin altında yatan asıl gerçeği fark etmediği düşünülemez, fakat V. Henry de tıpkı diğerleri gibi kendi çıkarına uygun olanı doğru kabul etmekten kaçınmaz. Fransa prensi ile aralarında geçen sürtüşmeyi bahane ederek Fransa üzerine yürür ve Yüzyıl savaşlarının bir parçası olan Agincourt savaşını başlatır. Bunun sonucunda kralın kızıyla da zorla evlenir. Bu kez amaç toprak sahibi olmak ve ülkeyi genişletmektir. Ülke bütünlüğünün ön plana çıkarıldığını gösteren bir diğer olgu, V. Henry’nin orduya, önceki dönemlerde isyan eden İrlanda, İskoçya ve Galli ülkelerinden komutanlar yerleştirmesidir. Amaç bütünlüğü sağlayarak yabancı bir ülkeye karşı zafer kazanmaktır. Bu sayede bu ülkelerin önceleri yarattığı iç savaşların, dışarıya karşı güçsüzlüğe yol açmasını engellemektedir. Her kral gibi V. Henry de olayları kendi lehine çevirmeyi bilir. Çünkü taç iktidardır ve tacı eline geçiren kral onu elinde tutmayı da becerebilmelidir.

Shakespeare için taç iktidarın bir simgesidir. Ağırdır ve ona dokunulabilir. Ölmekte olan kralın başından çıkarılabilir ve başka birinin başına konabilir; sonra bu kişi kral olur. Ancak ondan sonraki kişi kral ölene kadar beklemek zorundadır veya kralın ölümü bir şekilde çabuklaştırılmalıdır.[9]

IV. Henry, tahtı zorla ele geçirmiş bir kraldır, o tahtın olası varisi değildir, mücadele ve savaşla kralı tahttan indirmiş ve yerine geçmiştir. Fakat V. Henry tahta geçebilmek için babası IV. Henry’nin ölümünü beklemek zorundadır. IV. Henry oyununda bir sonraki kral olarak tahta geçecek olan Henry, birkaç diyalogda babasının ölümünü arzulamadığını vurgular. O diğerleri gibi bu ölümün gerçekleşmesini arzuyla bekleyen bir evlat değildir. Tam tersine taçtan nefret etmektedir:

PRENS HENRY
(…)
Senin başına açtığın dertler yüzünden
Olan babamın bedenine oldu;
Bunun için de sen altınların en alası
Altınların en beterisin.
Yiyip bitirdin seni taşıyanı.

Fakat işleyişi bilmektedir. O, tacın yeni varisidir ve ondan da oğluna geçecektir. Başına taktığı andan itibaren onu koruyacağına da ant içer:

İşte yerine oturdu. Tanrı onu korur.
Dünyanın olanca gücü bir devin kollarında toplansa
Soyumdan gelen bu şerefi alamaz artık benden.
Bu taç nasıl senden bana geçtiyse,
Benden de oğluma geçecek. (IV. Henry, II. Bölüm, IV, V)

Shakespeare tarafından ardı ardına yazılmış olan bu üç oyun II. Richard, IV. Henry ve V. Henry yalnızca kralların yaşantısını değil dönemin geçirdiği buhranları da anlatarak, yazıldığı döneme ayna tutmaktadır. Bir oyunun bitişi bir sonrakini başlatır. Her kralı tahtından edecek yeni bir kral vardır. Taç öyle güçlü öyle ihtişamlıdır ki uğruna yapılan kıran kırana mücadeleler doğal bir biçimde kabullenilir, her oyun sonunda yeni bir saltanat dönemi başlar. Zaman ilerlese dahi bu iktidar = güç söylemi değişmeyecektir.

KAYNAKÇA


KURAMSAL KİTAPLAR

KOTT, Jan, “Çağdaşımız Shakespeare”, çev. Teoman GÜNEY, İstanbul, Mitos Boyut Yayınları, 1999.

MACHIEVELLI, Niccolo, “Prens”, çev. Tufan GÖBEKÇİN, İstanbul, Öteki Yayınları, 2000.


OYUNLAR

SHAKESPEARE, William, “II. Richard”, çev. M. Hamit ÇALIŞKAN, İstanbul, YKY, 2006.

SHAKESPEARE, William, “IV. Henry”, çev. Bülent BOZKURT, İstanbul, Remzi Kitabevi, 2005.

SHAKESPEARE, William, “V. Henry”, çev. Ali H. NEYZİ, İstanbul, Mitos Boyut Yayınları, 2002.



[1] Çalışkan, H. , II. Richard Önsöz, YKY, İstanbul, sf. 6.
[2] Machievelli, N. , İl Principe, çev. Tufan Göbekçin, Öteki Yayınevi, İstanbul, sf. 30.
[3] Kott, J. , Çağdaşımız Shakespeare,  çev. Teoman Güney, Mitos Boyut Yayınları, İstanbul, sf. 20.
[4] A.g.e, sf. 14.
[5] Machievelli, İl Principe, sf. 30.
[6] A.g.e, sf. 31.
[7] Bozkurt, B. , IV. Henry Önsöz, Remzi Kitabevi, İstanbul, sf. 8.
[8] Çalışkan, H. , II. Richard Önsöz, YKY, İstanbul, sf. 6.
[9] Kott, J. , Çağdaşımız Shakespeare,  çev. Teoman Güney, Mitos Boyut Yayınları, İstanbul, sf. 16.

OYUN SONU: HASTA KRAL İLE SADIK PRENS


ODAK: Hamm ve Clov arasındaki ilişkinin arketipal incelemeleri.

Gri, eşyasız bir oda, sağ ve sol yukarda dışarıya açılan iki pencere, biri yürüyemeyen biri oturamayan iki kişi ve yaşamlarını çöp kutusunda devam ettiren iki yaşlı insan daha. Oyun Sonu, işte bu ilginç tabloyla başlar. Yaşamları, “başsız” ve “sonsuz” olan bu dört kişi, istemeden sahneye çıkarılmış, yeteneksiz dört aktör gibi, oynamaya mecbur bırakıldıkları “hayat oyunu”nun sona ermesini beklemektedir. Nell ve Nagg, Hamm’ın anne ve babasıdır. Oyunda, yaşamlarını sorgulama konusunda en aciz olanlardır; yaşları bir hayli olmuş, hafızaları da çoktan onları yanıltmaya başlamıştır. Bu nedenle, içinde bulundukları absürd durumu hiç sorgulamazlar, çünkü yaşadıkları belki de onlara hafızalarının bir oyunudur.
Hamm ve Clov ise, Nell ve Nagg kadar sorgusuz sualsiz yaşamazlar. En azından ilginç ve normal olmayan bir şeyler olduğunun farkındadırlar. Onların eylemsizliği, kabullenişlerinden kaynaklanmaktadır. Clov, çok küçük yaştan beri Hamm’a hizmet etmektedir. Birbirlerinin varlıklarına duydukları alışkanlıkları sorgulayamayacakları kadar uzun bir zaman geçmiştir. Yaşamları bir süre sonra kemikleşmiş, aralarındaki ilişki efendi/uşak noktasına kilitlenmiştir. Birbirlerinden ayrılamazlar ki ayrılma eylemini gerçekleştirebilecek tek kişi Clov’dur çünkü oyunun hareket halinde olan tek kişisidir. Clov, Hamm’ın her isteğini yerine getirir, onu öldürmek çok kere aklından geçer fakat yapamaz, çünkü yiyeceklerin bulunduğu kilerin şifresini bilmemektedir. Hamm için bu bir kozdur, bu sayede Clov ondan ayrılmaz ve ona zarar vermez. Bir süre sonra bu bir alışkanlık, olağan bir yaşayış biçimi haline gelir.
HAMM – Beni neden öldürmüyorsun?
CLOV – Kilerin şifresini bilmiyorum.[1]
Hamm ve Clov, aralarındaki bu ilişki şekliyle, sanki bir efendi/uşak ilişkisinin “arketip”i gibidirler. Carl Gustav Jung arketip kavramını basit şekliyle “bir türün ideal ilk örneği” olarak yorumlamıştır. Bu yorumlamaya göre Hamm ve Clov da klasik bir efendi/uşak arketipinin prototipleri olarak örneklenebilir. Hamm Clov’a emir verir, yaşamını biçimlendirir, kendi eylemlerini ona yaptırır; Clov da bunlara karşılık verir.
Hamm ve Clov’un ilişkisi efendi/uşak arketipinin dışında, derin incelendiğinde bir akıl/beden bütünlüğü de sergiler. Hamm yürüyemez ve göremez. Clov ise Hamm’ın sahip olmadığı fiziksel özellikleri karşılayabilecek güçtedir fakat Hamm kadar iyi düşünüp konuşamaz. Hamm öyküler yazar, düşünür, zaman zaman içinde bulundukları konumu sorgular hatta bundan üzüntü duyduğu olur. Fakat Clov hayatını akışına bırakmıştır. Mutfağına gidip duvara bakmak onun için önemli bir iştir, Hamm’dan gelecek düdük sesiyle onun yanına gitmek gibi.
CLOV Seni terk ediyorum, işim var.
HAMM Mutfağında mı?
CLOV Evet.
HAMM Ne işiymiş bu merak ettim.
CLOV Duvara bakıyorum. (sf. 28)
Clov bunları sorgulamaz, zaman zaman garipsese de üzerinde durmaz. Hayatın ona sunduğu her şeyi olduğu gibi kabullenmiştir. Bu tam anlamıyla kaderci bir yaklaşım değildir fakat mücadelesiz ve yaşam boşluğunda sürüklenen insan örneklendirmesi yapmak yanlış olmaz. Hamm da farklı değildir, mücadeleden yoksundur fakat Clov gibi kabullenmişliği vardır denemez, çünkü istediği gibi gitmeyen hayatı onun canını sıkmakta ve sinirlendirmektedir ki öfkesi, en azından bir tepkinin ürünüdür.
İlişkilerinin bir diğer biçimi de hasta/hastabakıcı ilişkisidir. Hamm sürekli beyni kanayan bir hastadır, içmesi gereken ilaçları, takip etmesi gereken bir ilaç düzeni vardır ki bu takibi Clov yapar. Ağrı kesicisinin vaktini bilir, uyuması ve uyanması gereken zamanlardan da o sorumludur.
HAMM Ağrı kesicimin vakti gelmedi mi daha?
CLOV Hayır. (sf. 28 )

HAMM Hazırla beni yatacağım.
CLOV Daha şimdi kaldırdım seni. (sf. 23)
 Oyunda daimi olarak var olan bir evveliyat hissi, oyun süresince varolan bu düzenin bir öncesinin olduğunu ve sonrasının da olacağını vurgular. Bu açıdan bakıldığında Hamm her zaman klasik bir hasta arketipi olmuştur, Clov da klasik bir hastabakıcıdır.
Küçük yaştan beri Hamm’ın yanında yaşayan Clov ile Hamm arasında, bu geçmişten kaynaklanan bir baba/oğul arketipi de göze çarpar. Oyunda bunu somutlayan, Nagg ve Nell’in Hamm ile birlikte yaşamalarıdır. Hamm çocukluğunda babasıyla çok iletişime girememiş ve büyük bir sevgi duymamıştır. Anne ve babasına olan tavırlarından, onları sadece mecbur olduğu için yanında tuttuğu görülür, konuşmalarına tahammül edemez fakat ölmelerinden de korkar. Baba ve oğul olarak Hamm ve Nagg arasında somutlanan bu ilişki, derinlemesine incelendiğinde Clov ve Hamm arasında da görülür.


HAMM Baba oldum ben sana.
CLOV Evet. Öyle oldun sen bana. (sf. 44)

Hamm ve Clov arasındaki ilişki, birçok ilişki arketipinin prototipleri gibidir. İlk etapta göze çarpan efendi/uşak arketipinin yanı sıra, hasta/hastabakıcı ve baba/oğul arketiplerinin de örnekleri görülür. Ayrıca Hamm, aklı, Clov ise bedeni temsil ederek, tipik insanın ikiye bölünmüş temsilcileri gibidirler. Birbirlerinden ayrılamaz, yalnız hareket edemezler. Onların birliktelikleri çaresizliklerinin dışında, akıl ve bedenin insanı var oluşundan, insanlığın bitimine dek sonlanmayacak birlikteliğinin tipik bir örneği olarak da gösterilebilir.



[1] [1] Beckett, S., Oyun Sonu, (çev. Genco Erkal),  Mitos Boyut Yayınları, İstanbul,  2007, sf.25.

HAMLET'İN İKİ KADINI:GERTRUDE VE OPHELİA

İlk insanın yaratılışına dair birçok efsane vardır. Bu efsanelerden birine göre, Tanrı önce Âdem’i yani erkeği oluşturmuş, Havva’yı ise onun kaburga kemiğinden yaratmıştır. Yani kadın, erkek üzerinden var olabilmiştir. Ataerkil toplum yapılarında, bu durum daha somut olarak açığa çıkar. Erkek kadına göre daha özgürdür, güçlüdür, kahramandır, iktidar sahibidir hatta sert bir açıklama olsa da “kadın”a da sahiptir. Fransız psikanalist Jacques Lacan’ın bu konuya yaklaşımı ise biraz farklıdır. Lacan, maskülenliği fallusa sahip olmak, feminenliği ise fallus olmak olarak formüle eder(Göbekçin, 2006, sf. 6). Çocuğun Oidipus kompleksini yaşadığı 3 – 6 yaş arası dönemde, çocuk annesinde eksik olarak gördüğü fallusu tamamlamak ister. Fakat ensest yasağını koyan babanın “fallusun gerçek sahibi” olarak devreye girmesiyle, çocuk kastre edilme korkusu yaşar ve kompleksten çıkar. Lacan, bu kastre edilme korkusu yani kastrason anksiyetesinin, Oidipus kompleksinin son aşamasına isabet ettiğini vurgular. Cinsel organa bir zarar geleceği endişesi duyan çocuk, yasak olan bir şeyi yapma isteği yüzünden babası tarafından cezalandırılacağını düşünür ve duygularını “bir savunma mekanizması olarak bastırır.” (Atkinson,1996, sf. 512). Fakat eğer bastırma yerine inkar yönüne giderse, travma geçirebilir ve bunu hayatı boyunca atlatamayabilir.

William Shakespeare’in “Hamlet” oyununa bakıldığında, Hamlet’in annesine karşı Oidipus kompleksiyle aşık olduğu, babasının ardından, amcasıyla yaşadığı bu beraberliği de bu nedenle hazmedemediği görülür. Fakat kin kusmasına rağmen, amcasına ve annesine eylemsiz kalışı, hatta zaman zaman endişe yaşaması, kastrasyon anksiyetesini bastırmak yerine inkar etmekten kaynaklanan bir travma yaşamasına bağlanabilir. Hamlet, annesine olan aşkını, babasıyla özdeşleşerek atlatamamıştır. Bu nedenle babasının ortadan kalkması, bir nevi engelin de ortadan kalkmasıdır. Çünkü kastre edilmesi kaygısı yaşatan baba, artık devrede değildir. Fakat onu ortadan kaldıran kişi, yine kendine rakip olmuş, annesine sahip olmuştur. Gertrude bir fallussa, ona sahip olan da Claudius’tur.

Shakespeare, “Hamlet” oyununda, Gertrude karakterini silikmiş gibi gösterse de aslında Gertrude, ataerkil toplum baskısı altında kalmadan, istediğini yapan, aşkını kendi seçen bir kadındır. Toplumsal cinsiyet bazında bakıldığında, güce, iktidara ve özgürlüğe yani simgesel “fallus”a sahip olan odur. Bu durumda, erkeklerin sahip olmak istedikleri asıl fallusa o sahiptir. Lacan’ın açısından bakıldığında, fallus, erkeğin sahip olmak istediği güçtür ve Gertrude bu gücün ta kendisidir.
Gertrude Claudius

İktidar sahibi kocası, Danimarka kralı Hamlet’ i kardeşiyle aldatır. Aslında bu iktidar kıskançlığının bir sonucu olarak yapılmış bir eylemdir. Gertrude kocasının iktidarının, gücünün altında ezilmiştir ve içten içe onun bu konumuna bir kıskançlık duyar. İntikamını da onu kardeşiyle aldatarak alır ve sahip olduğu gücü yeni eşine verir. Ataerkil toplum yapısına göre, istediğini yapma özgürlüğü erkeğin yani maskülen olanın elindedir. Fakat Gertrude, kadına tanınmayan bu özgürlüğü kullanmış, bu sayede feminenliğinden sıyrılıp maskülen olmuştur.

Lacan’a göre çocuğun birincil bağlanma nesnesi olan annesinden ilk ayrılışı, ayna evresiyle başlar. Bu evre bebeğin ilk 6 -18 aylar arası olan dönemini kapsar. Çocuğun aynayla ilk karşılaşması, kendini bir bütün olarak gördüğü ve içindeki “ben” i keşfettiği andır. O zamana kadar kendini annesiyle bir bütün olarak görmüşken, ilk kez ondan ayrılır ve toplumsal hayata geçiş süreci başlar(Tura, sf. 177.) İlk özdeşleştiği insan olan annesinden ayrılışıyla, içindeki eksikliği tamamlama sürecine girer.

Hamlet, özdeşleşim kurduğu annesi Gertrude’dan ayrıldıktan sonra, onun yerine özdeşlik kurabileceği, fallus olarak sahip olabileceği Ophelia’yı hayatına sokar. Lacan’ın Ophelia için oluşturduğu “O Phallus” şifrelemesi bu kanıyı doğrular niteliktedir(Göbekçin, 2006, sf. 8). Annesine duyduğu kinin, öfkenin acısını oyun boyunca Ophelia’dan çıkarır. Annesine sahip olamamış, onun yerine Ophelia’yı koymuştur fakat Ophelia’ya acı çektirmekten de geri kalmaz. Önceleri onu sevdiğini söyler fakat sonra inkâr eder.

HAMLET
Bana inanmayacaktın. Eski ağaca ne denli doğruluk aşılansa da, kendi hamurundan kalır biraz. Seni sevmemiştim(Hamlet, III. Perde, I. Sahne, Tr. Çev. Bozkurt, B.).


Bu inkar, aslında bilinçdışında anneye olan aşkı inkar etmekle ilişkilidir. Kastrasyon anksiyetesini atlatamamış, bastırmak yerine inkar yoluna gitmiş olan Hamlet, bu durumun ona yaşattığı sıkıntıyı bu şekilde dışarı yansıtır. Aslında Ophelia’yı sevmektedir, fakat Oidipus kompleksini babayla özdeşleşerek atlatamadığı için, Ophelia’ya duyduğu aşkın da olmaması gerektiğini düşünür. Birincil bağlanma nesnesinin yerine Ophelia’yı koyduğu için, annesine aktarmak isteyip de aktaramadığı olumsuz duyguları da ona aktarır. Ophelia burada bir bakıma kurbandır.

Oidipus kompleksinin kız çocuklarında görünen biçimi Elektra kompleksine göre, kız çocukları da 3 – 6 yaş arasında babaya aşıktır. Bu duruma Lacan’ın simgesel fallus kavramı açısından bakarsak, kız çocuğu babanın fallusu olmak ister. Ödipal dönemi atlattıktan sonra fallusu olabilceği bir erkek arar ve ona aşık olur. Ophelia, babasıyla özdeşleştirdiği Hamlet’in fallusu olmak istemiştir. Fakat Gertrude gibi baskın bir karakter değildir, ataerkil toplum baskısı altında ezilmiştir. Kendindeki eksik yanı tamamlamak istediği kişi olan Hamlet, onunla oyun oynamakta, annesine ve bütün kadınlara olan nefretini ondan çıkarmaktadır.

HAMLET
Tanrı size bir yüz vermiş, siz bir başkasını yapıyorsunuz kendinize. Çalkalıyor kırıtıyor, havalı konuşuyorsunuz. Hadi hadi, karnım tok artık bunlara. Bu yüzden gitti aklım başımdan.
(Hamlet, III. Perde, I. Sahne, Tr. Çev. Bozkurt, B.).

Ophelia, Hamlet’in aşkını inkarının dışında, ikinci yıkımı, asıl fallusu olmak istediği kişinin, babasının, Hamlet tarafından öldürülmesiyle yaşar. Kendisini tamamlamak istediği kişi, onun yerine koyduğu kişi tarafından yok edilmiştir. Ophelia kaçınılmaz bir son olarak aklını kaçırır. Nehirde boğularak ölür. İntihar etmez ama ölüme de direnmez. Kırılan dalla suya düşen Ophelia, sudaki yansımasıyla özdeşleşir, eksik kalan kadınlığını bütünler.


(Paul Delaroche)

Gaston Bachelard’ın “Su ve Düşler” kitabında değindiği Ophelia kompleksine göre, su, gözleri kolaylıkla gözyaşlarına boğulan kadının organsal simgesidir( Bachelard, 1948, sf. 97 ). Hatta su, o kadar kadınsıdır ki Ophelia’nın ağabeyi Laertes, içine akıttığı gözyaşlarını kadınlık olarak görür.

LAERTES
Senin için gözyaşı dökmeyeceğim Ophelia
Yeterinden çok su aştı üzerinden çünkü.
Ama yinede biz böyleyiz işte.
Utanç ne derse desin doğa bildiği yoldan şaşmaz;
Bunlar dindiğinde kadın yanım da yok olacak.( Hamlet, IV. Perde, VII. Sahne, Tr. Çev. Bozkurt, B.).

Hamlet’in birbirinden farklı iki kadını, simgesel “eksik”liklerini farklı şekillerde tamamlarlar. Gertrude, güce, özgürlüğe sahip olur, seçimlerini kendi yapar. Ölmek Ophelia’nın seçimi değil yazgısıdır. Babasının fallusu olmak ister, fakat bunu gerçekleştiremeyeceği için, aşkını kabul edilebilir bir başka insana, Hamlet’e verir. Hamlet’i babasıyla özdeşleştirmiştir. Fakat onun tarafından da tamamlanamayan kadınlığı, öbür yarısını suda bulur.



KAYNAKÇA

Atkinson, R. , Smith, E. , Bem, D. , Nolen S., Psikolojiye Giriş, (çev. Yavuz Alogan), Arkadaş Yayınevi, 1996.

Bachelard, G. Su ve Düşler Maddenin İmgelemi Üzerine Deneme, (çev. Olcay Kunal), YKY, 2004

Göbekçin, Öznellik Ve Tiyatro, 2006.

Shakespeare, W. , Hamlet, (çev. Bülent Bozkurt) , Remzi Kitabevi, 1999.

Tura, S. , Freud’dan Lacan’a Psikanaliz, Ayrıntı Yayınevi.



HAMLET OYUNU PSİKANALATİK İNCELEMESİ

İki melek, insan kılığına girip, insanları test etmek için dünyaya inerler ve tek tek evlerin kapılarını çalmaya başlarlar. İlk çaldıkları kapı, zengin bir kadının evidir. Kadın, isteksizce melekleri evine alır, yemek vermez, evin bodrumunda bekleyebileceklerini söyler ve hiç ilgilenmez. Gece, melekler kaldıkları karanlık odanın duvarında bir çatlak görürler. Büyük melek, elini çatlağa sürer ve çatlak onarılır. Küçük melek, kendilerine iyi davranmayan bu kadının evini neden onardığını sorunca büyük melek “her şeyin göründüğü gibi olmadığını” söyler. Ertesi gün başka bir evin kapısını çalarlar. Bu kez ev sahipleri, oldukça fakir, tek odalı küçük bir kulübede yaşayan çiftçi bir ailedir. Yiyeceklerini onlarla paylaşırlar, kendi yataklarını onlara verirler ve çok ilgilenirler. Sabah olduğunda melekler bir ağlama sesiyle uyanırlar. Tek sahip oldukları inekleri o gece ölmüştür. Küçük melek büyük meleğe çok kızar ve sorar:
“Neden bize kötü davranan ev sahibinin duvarının onardın da, bu kadar iyi davranan bu ailenin ineklerinin ölmesine izin verdin?”
Büyük melek cevap verir:
“Onardığım duvarın arkasında küplerce altın vardı. O zengin kadın o altınları bulamasın diye duvarı onardım. Bu gece de eve Azrail geldi, ev sahibini öldürecekti, ben de onu öldürmesin diye ona ineği verdim. Gördüğün gibi evlat, HER ŞEY GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ DEĞİLDİR!

Shakespeare’in “Hamlet” oyununda, yaşamın ve ölümün, varlığın ve yokluğun anlamı sürekli olarak değişen değer yargılarıyla birlikte değişir. “Her bir kavram, her bir değer, toplumsal ve evrensel ölçütlere göre farklı görünümler kazanır.”(Bozkurt, 2005, sf. 14). Oyundaki kadın erkek rollerine toplumsal cinsiyet kavramlarından, karakterlerin derinliğine de psikanalitik yaklaşımdan yararlanarak bakıldığında, söylenen ile söylenmek istenenin farkları açığa çıkacaktır.

Hamlet, babasının ölümünün ardından, amcasının annesiyle evlenerek tahta geçmesiyle yıkıma uğrar, hem annesine hem de amcasına karşı kinle dolar. Üstelik amcası, babasını öldüren kişidir ve Hamlet bunu babasının hayaletinden öğrenir. İntikam almak istemektedir fakat oyun boyunca bir türlü eyleme geçemez ve bu durum, Shakespeare yorumcularının uzun süre kafasını kurcalamıştır. Hamlet’ in annesine duyduğu kin, nefret ve düşmanlık, babasına yaptığı ihaneti hazmedememekten mi, yoksa bilinçaltında duyduğu derin aşk ve kıskançlıktan mı kaynaklanmaktadır? Görünürde babasının intikamını almak ister gibi bir tavır takınsa da, eylemsizliği bu noktada kafa karıştırır. Freud’ a göre, yasaklanmış bir şeyi yapma dürtüsü hisseden kişi, kaygı yaşar ve bunun sonuçlarını azaltmak/önlemek için savunma mekanizmalarını kullanır. Bunların en temeli “bastırma”dır. Bastırmada utanç, suçluluk ve özdeğersizliğe yol açan anılar genellikle bastırılır. Bütün erkek çocukları annelerine duyduğu cinsel ilgiyi, babalarına ise duyduğu rekabet ve düşmanlık duygularını gerçekleştirmeleri halinde ortaya çıkacak acı sonuçlardan kaçınmak için bastırır (Atkinson,1996, sf. 512). Bunun nedeni, Freud’ un Oidipus kompleksi ile açıklanmaktadır. Bu kompleks adını, mitolojik bir öyküden alır. Oidipus, bilmeyerek babasını öldürüp annesiyle evlenir. Gerçeği öğrendiğinde ise vicdan azabından gözlerini oyar ve kendini sürgün eder. Freud’ un ortaya attığı Oidipus kompleksine göre, erkek çocuk babasına benzerse annesinin onu da seveceğini düşünür ve bilinçaltında babasını rakip olarak görür.(Atkinson, 1996, sf. 462) Hamlet, annesine olan aşkını içine bastırır, eylemsizliğinin nedeni de, zaten bilinçaltında rakip olarak gördüğü babasının ortadan kalkmış olmasıdır. Fakat yine bu kompleksin bir sonucu olarak çocuk, bu ödipal çatışmayı babasıyla özdeşleşerek atlatır ve sonra hissettiği duygulardan dolayı suçluluk duyar. Hamlet de suçluluk duygusuyla amcasına düşmanlık besler. Durumun iyi mi kötü mü olduğu konusunda ikilem yaşamaktadır.

Hamlet’ in annesi Gertrude, Hamlet’ in aksine oyunda son derece silik ve göze batmayan bir karaktermiş gibi görünse de, güç ve iktidar sahibi kocasını, Danimarka kralı Hamlet’ i, kardeşiyle aldatır. Fakat bunu kadın doğası olarak düşünüp, olumsuzlamak yanlış olur. Çünkü Gertrude bilinçaltının derinliklerinde, kendisine büyük güven veren o sınırsız gücün baskısı altında, bu güce derin bir kıskançlık duyar(Yaşar K. , 2006). Bu durumu yine Freud’ un “penis kıskançlığı kuramı”ndan yola çıkarak açıklamak yanlış olmaz(Atkinson, 1996, sf. 467). Freud’un, “kız çocuklarının penisi olmadığı için yetersizlik duygusu yaşadığı” şeklinde biçimlendirdiği kuramı, evrensel olarak reddedilmişse de, bunu cinsel organı kıskanmaktan çok, erkeğin sosyal statüsünü ve gücünü kıskanması olarak şekillendirmek, konuya toplumsal cinsiyet kavramı açısından yaklaşmaya da yardımcı olabilir. Freud’ a göre çocuk, fallik dönemi atlatmadan cinsiyetinin farkına varamaz. Toplum, bir şekilde çocuğa cinsiyetini fark ettirir. Bu dönemde, erkeğin daha güçlü olduğunu fark eden kız çocuğu, ataerkil toplumun baskısı altında kalabilir. Bu baskı altında kalan kadın, erkeğin gücüne ilgi duyar, ondan etkilenir. Kendinde eksik olduğunu düşündüğü bu gücü, karşısındaki erkekte arar. Fakat yine de o gücün baskısından kurtulamaz ve kıskançlık duyar. Buradan yola çıkarak, Gertrude’ un, iktidar sahibi kocasının gücünü kıskanması sonucunda doğal bir savunma mekanizması olarak, ona ihanet etmek istemesi, hem eşinin iktidarına, hem de ataerkil toplum yapısına bir başkaldırı niteliğindedir.

Gertrude’ un aksine, oyundaki diğer kadın karakter Ophelia, tam anlamıyla ataerkil sistemin baskısı altında yetişen bir kadındır. Babası Polonius ve ağabeyi Laertes ile birlikte yaşamaktadır. Hamlet’ in Ophelia’ ya olan ilgisi her ikisinin de - Ophelia üstündeki otorite figürleri olarak – canını sıkar ve onları öğüt vermeye zorlar. Çünkü hem toplumun hem de dönemin bir gereği olarak “iffet” kadının en değerli hazinesidir. Laertes’ in ve Polonius’un Ophelia ile yaptığı konuşmalar da bu durumu destekler niteliktedir:

LAERTES
...
Söylediği şarkılara safça kulak verirsen,
Ya da gönlünü kaptırır, tertemiz hazineni
Onun azgın ve ısrarlı arzularına açarsan,
İffetinden neler kaybedeceğini düşün.
Kork bundan Ophelia; sevgili kardeşim, kork.

POLONIUS
...
Unutma, davranışların kızıma yaraşır,
Şerefiyle bağdaşır olmalı.
...
Kendini daha pahalıya sat;
Yoksa beni aleme rezil edersin. (Hamlet, I. Perde, III. Sahne,Tr.çev. Bozkurt, B.).

Yoğun bir baskı altında yaşayan Ophelia, bir yandan Hamlet’ in aşkına inanmak istemekte, diğer yandan da bunun yanlış olduğunu düşündüren ahlak kurallarıyla karşı karşıya gelmekte, ikilem yaşamaktadır. Aslında Hamlet’ in Ophelia’ ya aşık olduğunu, yada çok tutkulu bir aşk yaşadıklarını gösteren bir iz oyunda yoktur. Hatta Hamlet, Ophelia’ yı sık sık aşağılamakta, hakaret etmekte, hatta onunla dalga geçmektedir. Ophelia’ nın Hamlet’ ten nefret etmek için yeterince sebebi varken, yine de ona duyduğu tutkulu aşktan bir türlü vazgeçemez. Bu tutkunun nedeni iki biçimde açıklanabilir. Birincisi hiçbir kadın, doğası gereği tutkuyla aşık olduğu adamın onun aşkına kayıtsız kalmasına tahammül edemez, bu durumu kabullenmek istemez. Ayrıca Hamlet, kayıtsızlığının da dışında, tıpkı babası Polonius gibi, iffet konusunda ona ahkâm kesmektedir. Annesine olan düşmanlığını, bütün kadınlardan çıkarmak adına, çevresindeki tek kadın olan Ophelia’ yla uğraşır.

HAMLET
Güzel misin sen? İffetli misin?
...
Öyle güçlüdür ki güzellik, iffet onu kendine benzetemeden, o iffeti çöpçatana döndürüverir.
...
Buz kadar el değmemiş, kar gibi temiz olsan da iftiranın elinden kaçamayacaksın. Git hadi, manastıra kapan (Hamlet, III. Perde, I. Sahne, Tr. Çev. Bozkurt, B.).

Toplumun ataerkil yapısı, kadının iffetini, namusunu evleneceği erkeğe saklamasını emreder. Hatta kadın açılmamış hediye paketi gibi sunulur erkeğe, ilk sahibi kendisi olmak ister. (bizim toplumumuzda, babanın geline kırmızı kuşak bağlaması da bu sisteme verilebilecek bir örnektir.) Kadın bu baskılarla duygularını bilinçaltına atar ve özgürce yaşayamaz.

Aldı kız: “alırım seni demiştin hani beni becermeden önce.”
Aldı oğlan: “ şu güneş hakkı için alacaktım seni, girmeseydin yatağıma benimle.”(Hamlet, IV. Perde, V. Sahne )

Ophelia’ nın söylediği bu şarkı, toplumun değer yargılarını açıkça gösterir. Ophelia hem ailesinden, hem toplumdan hem de aşık olduğu adam Hamlet’ ten sürekli bu baskıyı görür. İçinde yaşadığı aşk ve toplum arasında ikilem yaşar.

Diğer yandan, Ophelia, Hamlet’ i, bilinçaltında babasıyla özdeşleştirmektedir. Oidipus kompleksinin kızlarda görünen biçimi Elektra kompleksine göre, kız ödipal çatışma yaşadığı dönemde, (3 – 6 yaş arası) babasına aşık olur. Annesine benzeyerek babasının ilgisini çekmeye çalışır. Annesinin kıyafetlerini giyer, makyaj malzemelerini kullanır. Çünkü bilinçaltında, annesine benzerse babasının onu da seveceğini düşünmektedir. Ophelia, Hamlet ile babası arasında bir benzerlik kurar. Babasına duyacağı aşk, toplumsal olarak kabul görmeyeceği için, bilinçaltında, babasına en yakın gördüğü insanı kendine eş seçer, bu kişi de Hamlet’ tir. Onun gücünden, koruyuculuğundan etkilenir. Aşkını kabul edilebilir birine yansıtmış olur böylece. Kadının bu özelliklere sahip (güç, iktidar, güven vs.) birine aşık olması, sosyal psikolojide de bu şekilde açıklanmaktadır. Ophelia’ nın bilinçaltında asıl aşık olduğu adamın, onun yerine koyduğu insan tarafından öldürülmesi, Ophelia’ nın kıstırılmış daracık hayatını allak bullak eder, kafasındaki asıl idol, onun yerine koyduğu sembol tarafından öldürülmüştür. Artık ya isyan edecek, ya delirecek ya da ölecektir, ilkini yapmaktan karakteri itibariyle son derece uzak olan Ophelia için diğer ikisi peş peşe gelir.

OPHELIA
Geri dönmeyecek mi bana?
Geri dönmeyecek mi bana?
Yok, yok, o öldü gitti.
Senin de günün bitti.
Geri dönmeyecek sana.

Ophelia’ nın kafasındaki idolü, bekaretinin koruyucusu, babasının ölümü, Ophelia için kendi hayatının da sona ermesi demektir. Önce aklını yitiren Ophelia, daha sonra nehirde boğularak ölür. Ophelia intihar etmez aslında, nehire düşer, fakat ölümden şikayet etmediği için, yaşama çabası da göstermez.

GEARTRUDE
Çeşit çeşit çelenkler yapmış kızcağız kendine orda,
Sarkan dallara çelenklerini asmaya çabalarken,
Hain bir dal kırılıvermiş.
O da çiçekten andaçlarıyla birlikte
Ağlayan dereye kapılmış.
Suda hiç yabancılık çekmiyormuş,
Doğal ortamında gibiymiş sanki ( Hamlet, IV. Perde, VII. Sahne, Tr. Çev. Bozkurt, B.).

Ophelia suda boğularak ölür. “Su genç ve güzel ölümün, çiçek açmış ölümün unsurudur. Acılarına ağlamaktan başka şey bilmeyen ve gözleri alabildiğine kolaylıkla gözyaşlarına boğulabilen kadının simgesidir.”( Bachelard, 1948, sf. 97 ). Ophelia, kısacık yaşamı boyunca bastırılmış kadınlığını, ölümünü suda gerçekleştirerek yaşar, o kadınla bütünleşir.
Son uykusu çiçeklerle bezenir, gelin yatağının çiçeklerle bezenmesi adettendir. Ophelia Latincede “suçsuz” anlamına gelen bir isimdir. Oyunun bütünündeki Ophelia karakterine baktığımızda, ismi, masumiyetini ve suçsuzluğunu bütünler niteliktedir. Masumiyetini, ismiyle, yaşıyla, kalbiyle garantiler; yaşamın vaat ettiği suç işleme umudunu da, gözlerini yumarak yok eder.

Ophelia aşkını kalbinde yaşar, Hamlet hırçınca Ophelia’ ya yansıtır, Gertrude istediği adamı seçer. Fakat aşk kavramı kadar önemli olan, bu kavramın belirsizliğidir. John Barrymore’a göre aşk “güzel bir kızla tanışma ve onun bir sazan balığına benzediğini keşfetme arasında geçen zamandır”. Baudelaire’ e göre ise, aşk “kendinden kaçma gereksinimidir”. (Atalay, 2004, sf. 108)

Ophelia’ ya göre aşk, bilinçaltındaki gerçeği, kabul edilebilir bir nesneye yansıtmasıdır.
Hamlet’ e göre, bastırılmış kıskançlığın yansıtılmasıdır.
Gertrude ise aşkını, arzuladığı insanla bir bütün olmayı isteyerek yaşar.                                                   



 KAYNAKÇA

Atalay, D. Aşkın Kaynağı, Türk Psikoloji Bülteni, 2004, sayı 32, 108–110.

Atkinson, R. , Smith, E. , Bem, D. , Nolen S., Psikolojiye Giriş, (çev. Yavuz Alogan), Arkadaş Yayınevi, 1996.

Bachelard, G. Su ve Düşler Maddenin İmgelemi Üzerine Deneme, (çev. Olcay Kunal), YKY, 2004


Shakespeare, W. , Hamlet, (çev. Bülent Bozkurt) , Remzi Kitabevi, 1999.


Yaşar, K. , Shakespeare Oyunlarında Cinsellik Olgusu – Hamlet , http://www.okuyanus.com.tr/icerik.asp?IcerikID=744